29 Ocak 2012 Pazar

Türeyiş Destanı


TÜREYİŞ DESTANI
 
Destan Hakkında Bilgi:
     Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk İmparatorluğunu Göktürkler' den devralan Uygur Türkler' i, Türeyiş Destanı ile soylarının vücud buluşunu anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında hakim bir inanış olarak beliren, soyun ilahi bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.
     Uygur Türeeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile çok yekın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında bilhassa ilahileştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilahi motife bağlanmaktadır.
     Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimalle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir muhitin veya daha tecrid edilip kavimleşmiş bir sıoyun küçük çapta bir yaradılış destanıdır. Nitekim, bundan sonra göreceğimiz, yine bir Uygur Destanı olan Göç Destanı, Türeyiş Destanının tabii bir devamı intibaını vermektedir.
Destan:
     Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Ökle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratılmadığını söylüyorlardı.
     Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın çarelerini aradı. Ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı. Kızların ikisini de bu kaleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı tanrısına yalvarmağa başladı. Öyle bir yalvarıyor ve öyle yakarışlarla tanrısını çağırıyordu ki nihayet bir gün, Hakanın kendi aklınca inandığı tanrısı dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.
     Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu; bunlara Dokuz Oğuz- On Uygur denildi ve bu çocukların hepsinin de sesi Bozkurt sesine benzedi, yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.
 KAYNAK: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
Sayfa:125,126

Hun-Oğuz Destanı




Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış olan Hun hükümdarı Mete’nin hayatı etrafında şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşmamıştır.
Hun-Oğuz DestanıBugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır.
XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir.
XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn’in Câmi üt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı İslâmi varyantların ilkini temsil etmektedir.
Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü’l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.
Oğuz Kağan Destanının İslâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan’ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi. Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü.
Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz’un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı.
Günlerden bir gün bu gergedanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.
Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi.
Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz’un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Daha deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:” Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm”.
Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan’a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan’ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi .O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: ” Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim.”dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu.
Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan’ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz’un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey’e “Kıpçak” adını verdi.
Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan’ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: ” Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun.” dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı.
Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü.
Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.

Osmanlı Tarihinde Geçmiş Bir Vampir Hikayesi

Bilindiği üzere vampirler geceleri mezarlarından çıkıp insanların kanlarını içtiğine inanılan doğa ötesi varlıklardır. Vampir öyküleri genelde Transilvanya kaynaklıdır. Drakula efsanesinin çıkış yeri de Transilvanya'dır. Ve Drakula gerçekten yaşamış bir kişidir. Asıl adı Vlad Drakul olan bu adam şimdiki Romanya topraklarında hüküm süren küçük ama zalim bir hükümdar idi. İşi gücü savunmasız Türk köylerine saldırıp insanları öldürmekti. Tarih kayıtlarına göre yakaladıklarını kazığa oturtur diri diri ateşte kızartır yüreklerini yer kanlarını içerdi. Fatih Sultan Mehmed Han çağında yaşayan bu adam Türkler'e saldırıyordu ama yalnızca savunmasız olanlarına. Hiçbir zaman Türk ordusunun karşısına çıkma cesaretini gösteremedi. Sürekli olarak Türk ordusundan kaçtı. Ama sonunda Türk akıncıları onu kıskıvrak ele geçirdiler ve layık olduğu karşılığı Türk akıncılarının elinden buldu! Ve sonra şahsiyeti üzerine bir Vampir Drakula efsanesi ortaya çıktı. 
Osmanlı Tarihlerine Geçmiş Bir Vampir Vakası
Türk kültürü ve mitolojisinde vampirlik ya da vampirizm kavramları bulunmaz. En azından ben şimdiye kadar rastlamadım... Fakat Osmanlı tarihlerinde bir vampir öyküsü mevcuttur. Bulgaristan'ın Türk yönetimi altında bulunduğu dönemlerde Tırnova kadısı olan Ahmet Şükrü Efendi'nin hükümet merkezine gönderdiği bir resmî yazıda bir vampirizm vakasından söz edilmektedir. Ayrıca bu olay hicrî 19 Rebiülahir 1249 miladî 1833 tarihli Takvim-i Vekayi gazetesinin 68. sayısında yayımlanmıştır ki Takvim-i Vekayi'nin devletin resmî gazetesi olması olayın ilginçliğini daha da arttırmaktadır. 

Tırnova kadısı Ahmet Şükrü Efendi'nin hükümet merkezine gönderdiği resmî yazı şöyledir: 

Tırnova'da cadı türedi gün battıktan sonra evlere musallat olmağa başladı. Zahireye dair un yağ bal gibi nesneleri birbirine katar kah bunların içlerine toprak karıştırır kah yüklüklerde bulduğu yastık yorgan şilte ve bohçaları didikler açar dağıtır. İnsanların üzerine taş toprakçanak çömlek atar. Hiç kimse bir şey göremez. 

Birkaç erkek ve kadının üzerine de saldırılmış. Bunlar çağırıldı soruldu. "Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık" dediler. Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka yana kaçtı. Kasaba halkı bunların cadı ya da vampir denilen kötü ruhların işi olduğunda ittifak etti. Bunun üzerine İslimye kasabasında vampir avcısı olarak tanınan Nikola adındaki adam Tırnova'ya getirildi. 800 kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı. Mezarlığa gider tahtayı parmağı üzerinde çevirirdi. Tahtadaki resim hangi mezara bakarsa vampirin o mezardaki kötü ruh olduğu anlaşılırdı. 

Büyük bir kalabalık ile mezarlığa gidildi. Vampir avcısı resimli tahtayı parmağında çevirmeğe başladı. Resim sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından olan Tetikoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki sakinin mezarlarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Ölülerin cesetleri yarım kat büyümüş kılları ile tırnakları üçer dörder parmak uzamıştı. Gözlerini kan bürümüştü. Çok korkunç idiler. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü. Bu adamlar sağlıklarında her türlü fesadı irtikap etmiş ırza namusa mala tecavüzde bulunmuş adam öldürmüşler ocakları lağvedildiğinde de her nasılsa yaşlarına riayet olunarak cellada verilmemiş ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetmemiş gibi şimdi de halka kötü ruh olarak musallat olmuşlardı. 

Vampir avcısı Nikola'nın tarifine göre bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerin yüreğine bir ağaç kazık çakılır daha sonra da yürekleri kaynar su ile haşlanırmış. Ali ve Apti Alemdarlar'ın cesetlerine de aynı muamele yapıldı ama hiç tesir etmedi. Cadıcı Nikola bu cesetleri yakmak gerek dedi. Bu husuta şer'an izin verilebileceğinden ruhsat verildi ve iki yeniçerinin mezardan çıkarılan cesetleri yakıldı. Bunun üzerine çok şükür kasabamız cadı şerrinden kurtuldu.

Osmanlıda Tuğra




Osmanlılarda Tuğra
Osmanlılarda da Tuğra, sultanların gözalıcı kaligrafik nişan, alamet veya arması, bir çeşit imzasıdır. Sultanın ve babasının adını ve çoğunda el muzaffer daima dua ibaresini içerirdi. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrasında “Süleyman şah bin Selim şah han el-muzaffer daima” yazmaktadır. “bin” “oğlu” demektir. Tuğra bizatihi sultan tarafından yazılmayıp nişancı veya tuğrakeş veya tuğrâî veya tuğranüvis veya tevkiî denilen görevlilerce yazılırdı. Yetkisiz tuğra çekilemezdi. Tuğralar bazı sultanların mühürlerine de kazılmıştır.
Osmanlılarda gereği halinde sınır boylarındaki eyaletlerde bulunan vezirlerin aradaki mesafenin uzaklığına ve siyasi nedenlere bağlı olarak önemli konularda tuğra çekmelerine izin verilmiştir. Tuğrakeş vezir denilen bu eyalet valilerinin tuğra çekmek yetkileri Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın sadaretine kadar devam etmiş ve onun son zamanında kaldırılmıştır 1640-43 M.) (1).
Osmanlı tarih belgelerinde geçen “tevki-i hümâyun” “tevki-i refî” “tevki-i refi-i hümâyun” “nişân-ı şerif-i âlîşân-ı sultanî” “tuğrây-ı garrâ” “tuğrây-ı garrây-ı sâmi mekân-ı hâkanî” “nişan-ı hümâyun” “tuğray-ı meymun” “misal-i meymun” “misal-i hümayun” “nişan-ı şerif-i âlîşan” “alamet-i şerife” gibi deyimlerin hepsi de tuğra demektir. (1)
Hükümdar ve şehzade tuğralarından başka vezir-i azamın ve eyaletlerdeki vezir, beylerbeyi ve sancak beylerinin hükümet ve eyalet işlerine ait belgelerde imza yerine geçmek üzere tuğrayı andıran “pençe” tabir edilen alametler kullandıkları görülmektedir. Bunun Osmanlılar’da hangi tarihte başladığı ve Osmanlılar’dan önce de kullanılıp kullanılmadığı belli değildir. Pençe, yazılan şahısların derece ve önemlerine göre belgenin sağ kenarının başına veya ortasına veya imza yerine belgenin sonuna Arap harfleri ile çekilirdi. Eğer belge batı dillerinden biri ile yazılmışsa o zaman pençe belgenin sol tarafına çekilirdi. Pençeler tuğradan farklı olarak tek kavislidir. Çift kavis ancak tuğralarda olup başkaları çift kavis çekemezlerdi. Sadrazamların buyuruldularına pençe koymaları 19. yüzyıl ortalarından sonra yerini resmi mühüre bırakmıştır. Vezir-i azam, vali ve beylerbeylerinin pençe ve resmi mühür ile onayladıkları emirlere “buyuruldu” denilirdi (1).
En eski Osmanlı tuğrası ikinci Osmanlı sultanı Orhan Gazi’ye aittir. Bu tuğrayı taşıyan iki belge bulunmuştur (2). Birinci sultan Osman Gazi’ye ait bir tuğraya günümüze dek hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bu nedenle 36 Osmanlı padişahı ama 35 Osmanlı padişah tuğrası vardır. (Ancak duyumlarımıza göre Osman Gazi’ye ait bir tek sikke (para) bulunmuştur ve bunda "Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp" ifadesi yer almaktadır).
Tuğraların büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları ve beylikleri aracılığı ile Osmanlılara geçtiği kabul edilmektedir (1). Tuğralar, Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılmasına kadar çok çeşitli yerlerde kullanılmış, hat sanatında bir kol olmuş ve resmi görevini tamamladıktan sonra tarihe mal olmuştur (3). Halen hat sanatını icra edenlerce sanatsal amaçlı olarak yaşatılmaktadır.
Önceleri ahitname, name-i hümayun, berat, menşur ve fermanlar gibi pek çok resmi evrak üzerine resmiyet kazandırmak için çekilen tuğra daha sonraları hükümdarlık (hanedan) sembolü olarak paralarda ve yine bu ilk devirlerde (onbeşinci asır) defterhane defter ve kayıtları başında ve daha sonra ise bir arma olarak bayraklar, pullar, senetler, nüfus tezkereleri, pasaportlar, resmi abideler, resmi binalar, savaş gemileri, çeşmeler, imaretler, camiler ve saraylarda da kullanılarak genelleşmiştir (1).
Tuğra Türklere özgüdür. Tuğranın şekli kendine mahsustur. Ne herhangi bir şey tuğraya benzer, ne de tuğra herhangi bir şeye (4). Her tuğrada bir yandan alışılmış tuğra şeklini korumak, diğer yandan her sultanın künyesini bu şekille barıştırmak. Zor bir sanat. Osmanlılarda Orhan Gazi’den Sultan Vahideddin’e kadar tekrarlanan ve değişen parçalarla tuğraların estetik evrimini izlemek çok ilgi çekicidir ve bu haliyle tam Osmanlı tuğra serisi bir sanatın tarihinin 600 yıllık film şeridi gibidir.
İlk yirmi kadar Osmanlı tuğrasının sanatsal açıdan olmasa da tarihsel açıdan önemi vardır. Yalnız bunlar içinde yedinci padişah Fatih’in ve onuncu padişah Kanuni’nin tuğraları kendilerinden önceki ve sonrakilere göre estetik ve şekil açısından birer sivrilme yaparlar.
Tuğra simgesel anlamı ile belgelerin başında yer alırdı, sonunda değil...(4)
Tuğra kelimesi Osmanlıdan önceye dayansa da ve yine tuğra benzerleri daha eski Türk devletlerinin belgelerinde kullanılsa da Osmanlı tuğralarının kendilerinden öncekilerle isim benzerliği dışında ortak yanı pek yoktur. İlk Osmanlı tuğrasının sahibi Orhan Gazi’nin tuğrasında yazılı Orhan ve Osman kelimelerinin yazılış şekli kendinden sonra gelen tuğraların iskeletini oluşturmuştur (3).
Belge üstündeki tuğranın büyüklüğü belge kağıdı ile yazıların durumuna bağlı ve bunlarla uyumlu olurdu. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak usulü sonradan meydana çıkmıştır (1)
Tuğralar bir arma olarak olgunlaşmış halini aldıktan sonra hattatlar sanatsal boyuta geçerek hep daha güzelini yazmaya çalışmışlardır. Sanatsal tuğra tabloları halinde padişah tuğraları dışında yakın zamanlarda Kur’an-ı Kerim’den ayetler, hadisler, dualar, şahıs isimleri vb. de yazılmıştır.
Bir padişahın tuğrası kabul gördükten sonra saltanatı boyunca içeriği değişmezdi. Ancak farklı ellerden farklı çıkan tuğralar da elbet olurdu. Bir Osmanlı belgesinin tarih tesbitinde, varsa üzerindeki tuğranın sahibinin bilinmesi çok yardımcı olur. Hatta tuğradaki nüanslar tarih aralığını daha da kısaltır (3).
Tuğralar içinde en mükemmel tuğra Hattat Sami Efendi tarafından yazılan II. Abdülhamid tuğrası kabul edilmekte ve sayın Prof. Dr. Uğur Derman bu tuğra için “Tuğraların Padişahı” demektedir (5).
Tuğraların okunabilmesi tüm Osmanlı tuğralarının bir araya getirilmesi ile mümkün olmuştur. Bu meyanda Suha Umur’un çalışmaları takdire şayandır, eseri bize yol göstermiştir, kendisini en iyi dileklerimle zikrediyorum. 
TUĞRANIN BÖLÜMLERİ
1- Sere (Kürsü): Tuğranın en altında bulunan ve asıl metnin (padişah ve babasının adı, ünvanları ve –el- muzaffer daima duası) yazılı bulunduğu kısımdır.
2- Beyze’ler (Arapça: yumurta): Tuğranın sol tarafında bulunan iç içe iki kavisli kısımdır.
3- Tuğ’lar: Tuğranın üstüne doğru uzanan “elif” harfi şeklindeki uzantılardır. Her zaman elif değillerdir. Bazen harf de değillerdir. Yanlarında yer alan flama şeklindeki kavislere “zülfe” denir.
4- Kollar (hançere): Beyzelerin devamı olarak sağa doğru paralel uzanan kollardır.
Bazı tuğralarda sağ üst boşlukta ilgili padişahın “mahlas” veya sıfatı da görülür.

Osmanlı


Osmanlı ordusundaki bozulmaların sebebleri


Orduda meydana gelen bozulmaların temelde iki nedeni vardı;
1) Avrupa’daki gelişmeler: Avrupa’da merkezi krallıkların güçlenmesiyle daimi nitelikte ve yeni silahlar kullanan Batı ordularına karşı, çoğunluğu tımarlı sipahilerden oluşan Osmanlı ordusunun eskisi kadar başarılı olamayışıydı. Çünkü Avrupa orduları daimi olduklarından onlar için "savaş zamanı" diye bir şey söz konusu değildi. Oysa tımarlı sipahi hasat zamanı köyünde bulunmak, öşrünü toplamak düşüncesindeydi. Ayrıca yeni savaş teknikleri ve silah kullanımı ancak kışlada özel eğitimle verilebileceğinden tımarlı sipahinin savaşlarda etkisi de kalmamıştı. Bu nedenle tımarlılar 17. yüzyıldan sonra sadece yol ve istihkâm işlerine bakan askerler haline geldiler.

Tımar sistemindeki bozulmalar: Tımar sisteminin bozulmasına bağlı olarak kapıkulu ocaklarının da bozulmasıdır.
Osmanlı Devleti, 17. yüzyıldan başlayarak 18. ve 19. yüzyıllarda askeriyede ıslahatlar yaptı. 18. ve 19. yüzyıllarda yapılan ıslahatlarda Avrupa’nın etkisi olmuş ve Avrupa’dan teknik elemanlar getirilmiştir.
I. Mahmut döneminde, Humbaracı Ahmet Paşa, Avrupa eğitim sistemini örnek alıp, topçu ve humbaracı sınıfını kurarak geliştirdi. Ayrıca bu dönemde Üsküdar’da askeri mühendis yetiştirmek için “Hendesehane” adıyla bir askeri okul açıldı (1734)
III. Mustafa, Avrupa askeri teknolojisini Osmanlı ordusuna getirmeye çalıştı. Fransa’dan getirilen Baron de Tott (Ahmet Paşa) topçu sınıfını ıslah ederek sürat topçu ocağını kurdu. Deniz kuvvetlerinin subay ihtiyacını karşılamak için “Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun” adıyla bir denizcilik okulu açıldı (1773).
I. Abdülhamit, İstihkâm Okulu açarak ordunun teknik sınıflarında ıslahat yapmaya çalıştı.
III. Selim kara subayı yetiştirmek amacıyla “Mühendishane-i Berri-i Hümayun” adıyla bir okul açtı.
III. Selim, Nizam-ı Cedit talimli bir asker ocağı kurdu. Batıdaki askeri yeniliklere uygun olarak kurulan bu yeni ordunun giderlerini karşılamak içinde “İrad-ı Cedit” adıyla bir hazine oluşturdu.
II. Mahmut, Sekbanı Cedit ve Eşkinci Ocaklarını açtı. 1826’da yeniçeri ocağını kaldırarak yerine Asakir-i Mensure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Redif birlikleri oluşturdu ve ordunun doktor ihtiyacını karşılamak için Mekteb-i Tıbbiye ile Harp Okulunu açtı.
Abdülmecit döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile askerlik hizmeti bütün tebaaya yayıldı. Böylece gayrimüslim tebaanın askere alınması sağlandı. Askerlik ocak hizmeti olmaktan çıkıp herkes için vatan görevi sayıldı.
Abdülaziz döneminde donanmaya ağırlık verilerek, dünyanın üçüncü büyük savaş filosu oluşturuldu. 1869 yılında Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın girişimleriyle Osmanlı ordusu “Nizamiye, Redif ve Mustahfız” olarak üç ana bölüme ayrıldı.
1870'de "askeri zaptiye" teşkilatı (jandarma) kuruldu.
II. Abdülhamit, ordunun düzenlenmesi için Almanya’dan subaylar getirterek, askeri subayların sayısını arttırdı. Harp Akademisi (Erkânı-ı Harbiye)’ni kurdu. Ayrıca Doğu Anadolu’daki aşiretlerden Ermeni isyanları ve Rus saldırılarına karşı koymak için “Hamidiye Alaylarını” kurdu.

Yeniçeri ayaklanmaları Ve Sebebleri


Yeniçerilerin başlıca ayaklanmaları şunlardır:

1. Yeniçeriler 17. yüzyılın başında sadrazamın görevden alınması için padişah III. Mehmet'i ayak divanına çağırmışlar, padişah istekleri kabul etmek zorunda kalmıştır.
2. Padişah II. Osman Lehistan seferi sırasında yeniçerilerin isteksiz davranışını görünce, sefer dönüşü Anadolu, Mısır ve Suriye’den toplayacağı askerle yeniçerileri kaldırmayı düşünmüş, ancak bunu öğrenen yeniçeriler ayaklanarak II. Osman’ı şehit etmişlerdir.
3. IV. Murat saltanatının ilk yıllarında yeniçerilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmış, fakat sonra sert tedbirlerle onları sindirmiştir.
4. IV. Mehmet zamanında zorbalıkları devam eden yeniçeriler 1656'da devlet adamlarını öldürdüler. (Vakayı Vakvakiye= Çınar vakası)
5. 1687'de IV. Mehmet’i tahttan indirerek yerine II. Süleyman’ı geçirdiler.
6. Nizam-ı Cedit’i kuran III. Selim'i tahttan indirdiler. (Kabakçı Mustafa Ayaklanması)

Yeniçerilerin Ayaklanmalarının Başlıca Sebepleri:
Padişah ve diğer devlet adamlarının yeniçeri ocaklarında düzenlemeler yapmak istemeleri,
Saray entrikaları sonucu vezir veya diğer devlet adamlarının yeniçerileri kışkırtmaları
Padişah değişikliğinde cülus bahşişi aldıklarından padişahları tahttan indirerek yerine yenisini geçirmenin işlerine gelmesi
Pek çoğunun İstanbul'da esnaflık gibi işlerle uğraşmalarından sefere gitmek istememeleri
Maaşlarının düşük ayarlı para ile ödenmesi
Denge unsuru olan tımarlı sipahilerin ortadan kalkmasıyla devlet içinde en etkili güç haline gelmeleri,
Tımar sisteminin çökmesiyle sayılarının ve güçlerinin artması.

Osmanlı devleti



OSMANLI DEVLETİ KURULDUĞU DÖNEMDE ANADOLU’NUN DURUMU
Bu dönemde Anadolu’da;Anadolu Selçukluları,Bizans İmparatorluğu,Trabzon Rum İmparatorluğu,,Venedik ve Ceneviz kolonileri,Anadolu Türk beylikleri bulunmaktaydı.
Anadolu’da siyasi birlik olmayıp,bu devletlerin hepsi de İran’da bulunan İlhanlı (Moğol) devletine vergi verir durumdaydı
OSMANLI DEVLETİ KURULDUĞU SIRADA BALKANLARIN DURUMU
Balkanlarda ise;Bizans İmparatorluğu,Sırp,Bulgar,Macar ve Arnavutluk krallıkları;Eflak,Boğdan,Bosna,Hersek beylikleri bulunmaktaydı.
Bu devletler arasında dini ve siyasi çatışmalar vardı.
OSMANLILARIN KÖKENİ
Osmanlılar oğuzların Kayı boyundandır.Kayılar Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya gelmişlerdir.1230 Yassıçemen Savaşı’ndan sonra,Alaattin Keykubat tarafından Ankara’nın Karacadağ bölgesine yerleştirildiler.
1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra ise Kayılar,Sakarya vadisini takip ederek Söğüt ve Domaniç bölgesine gelip,Anadolu’daki iç kavgalardan uzak gelişmeye uygun bir ortam bulmuşlardır.
OSMANLILARIN KISA SÜREDE GELİŞİP GÜÇLENMESİNİN NEDENLERİ
         1-Coğrafi konum itibariyle karışıklık içinde bulunan Bizans’a komşu olması
         2-Bizans’ın ve Balkanların karışıklık içinde bulunması
         3-Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarda beylikler arasındaki mücadeleye katılmaması.
         4-Fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi (Planlı iskan=Türkmen göçleri)
         5-Merkeziyetçi bir politika izleyerek ülke topraklarının hanedan üyeleri arasında paylaşılması geleneğine son verilmesi.
         6-Osmanlı padişahlarının başarılı olması (Yetenekli padişahların iş başına geçmesi).
         7-Hoşgörü ve adalete dayalı bir yönetim anlayışını benimsemeleri
         8-Ahi şeylerinden Şeyh Edebali’nin kızıyla evlenen Osman Bey’in ahilerin desteğini alması
         OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞU
         Osmanlı Devleti’ni kuran kayılar diğer Türk boyları gibi Anadolu’ya 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra gelmişlerdir.1230 yılında yapılan Yassı Çemen Savaşında Harzemşahlara karşı Anadolu Selçuklu Devleti saflarında savaşarak savaşın kazanılmasına katkı sağlayan kayılara I.Aladdin Keykubat Ankara’nın batısında yer alan Karacadağ yöresini yurt olarak vermiştir.Kayılar bir süre sonra başlarında Ertuğrul Gazi olmak üzere Moğol baskısının daha az hissedildiği Bizans uç bölgesine doğru Sakarya Irmağı vadisince hareket ederek Söğüt ve Domaniç bölgesini Bizans’tan alarak o bölgeyi yurt edinmişlerdir.Ertuğrul Gazi’nin ölümüyle başa geçen Osman Bey (1281) Karacahisar,Yarhisar,Yenişehir,İnegöl ve Bilecik’i Bizans’tan alarak sınırlarını genişletmiştir.Bu başarısından sonra Anadolu Selçuklu hükümdarı II.Mesut O’nu uç beyi olarak atamıştır(1299).Bu tarih Osmanlı Devleti’nin de  kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir.
         1302 yılında Osmanlı Devleti ile Bizans arasında ilk büyük savaş yapılmış ve Osmanlı devleti bu savaşı kazanmıştır.Bursa kuşatıldıysa da alınamamıştır.
         KURULUŞ DÖNEMİ PADİŞAHLARI
         1-Osman Bey                   (1299-1324)
         2-Orhan Bey                    (1324-1362)
         3-I.Murat (Hüdavendigar)  (1362-1389)
4-I.Bayezit (Yıldırım)         (1389-1402)
*Fetret Dönemi                (1402-1413)
5-I.Mehmet (Çelebi)         (1413-1421)
6-II.Murat                       (1421-1451)
7-II.Mehmet (Fatih)          (1451-1481)
        
         1-OSMAN BEY DÖNEMİ (1299-1324)
         Babası Ertuğrul Gazi’nin ölümü üzerine Kayı boyunun yönetimine geçti (1281)
         Bizans aleyhine hakimiyet alanını genişletmeye başladı.Karacahisar,Yarhisar,İnegöl ve Bilecik’i aldı.Bu başarıları sebebiyle Anadolu Selçuklu Sultan II.Mesut,Osman Bey’i uç beyi olarak atadı (1299).Bu tarih Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.
         Beyliğin merkezi Söğüt’ten Bilecik’e taşındı.Osmanlı Beyliğinin giderek güçlenmesi üzerine,Bizans tekfurları (Valileri) birleşerek Osman Bey’e savaş açtılar.Yapılan Koyunhisar Savaşı’nı (1302) Osman Bey kazandı.Bursa kuşatıldıysa da alınamadı.
         Koyunhisar Savaşı             Osmanlı Devleti’nin Bizansla yaptığı ilk savaştır.
         *Osman Bey zamanında ilk Osmanlı parası bakırdan (mangır) basılmıştır.
         *Pazar vergisi toplanmaya başlamıştır.
         *Osmanlı Beyliği Osman Bey döneminde devlet haline gelmiştir (1299).Bunun bir göstergesi olarak da ilk Osmanlı parası yine bu dönemde Osman Bey adına basılmıştır.
               2-ORHAN BEY (1324-1362)
         Mudanya ve Orhaneli alınmıştır.
         Bursa fethedilerek (1326) başkent yapıldı.
         Bursa’nın fethi ipek açısından büyük bir gelir kaynağı olmuştur.
         Plekanon (Maltepe) Savaşı (1329)
         Osmanlı Devleti’nin güçlenmesini engellemek isteyen Bizans İmparatoru Andronikos,bir orduyla Osmanlılar üzerine yürüdü.Ağır bir yenilgi alarak geri döndü.Bu savaştan sonra İznik,İzmit ve Kocaeli Yarımadası ele geçirildi.
         Karesioğulları Beyliği’nin Osmanlı Topraklarına Katılması (1345)
         Balıkesir merkezli Karesioğulları’nda çıkan taht kavgalarından yararlanan Orhan Bey,bu beyliği topraklarına kattı.
        
Böylece Anadolu Türk birliğinin kurulması yönünde ilk adım atılmış oldu.
         Karasioğulları donanması Osmanlılara geçti.Osmanlılar denizcilik faaliyetlerine başladı.
         Rumeli’ye geçiş için zemin hazırlandı.
         Karasi devlet adamları Osmanlı hizmetine girdi.
         Rumeli’ye Geçiş (1353)
         Osmanlı topraklarında Türkmen nüfusunun yığılması,Rumeli’ye geçişi zorunlu hale getirmiştir.Bizans’taki taht kavgalarına karışan Orhan Bey,Kantakuzen’e yardım ederek O’nun imparator olmasını sağladı.Yardım karşılığı verilen Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi,Rumeli’deki ilk Osmanlı toprağı oldu.Burayı üs olarak kullanan Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa ,Keşan,Lüleburgaz,Tekirdağ ve Çorlu bölgelerini ele geçirdi.
         Ankara’nın Alınması (1354):Ahilerin elinde bulunan Ankara alındı.
         Orhan Bey Dönemi’nde Kültür ve Uygarlık
         1-Ülke Sancaklara ayrıldı.Şehzadelerin yetiştirilmesi için “Sancak Sistemi” kuruldu.Sancak sistemiyle yetişen ilk Osmanlı padişahı I.Murat;Son Osmanlı Padişahı III.Mehmet’tir.
         2-İlk vezir ataması yapıldı.(İlk Osmanlı veziri Aladdin Paşa’dır).
         3-İlk Divan örgütü kuruldu.
         4-Yaya ve müsellem (atlı) adıyla ilk düzenli ordu kuruldu.
         5-İznik (1331) ve Bursa’da ilk Osmanlı medreseleri açıldı.
         6-Adli teşkilat kurularak  sancaklara kadılar tayin edildi;Subaşılar atandı.
         7-Gümüş para bastırıldı.
         8-İlk vakıf teşkilatı kuruldu.
         9-İlk imarethane (Aşevi) kuruldu.
         10-İlk sultan unvanı kullanıldı
OSMANLILARIN RUMELİ’DE İSKAN SİYASETİ
 Bu politikanın temel amacı;istenilen yerlere Anadolu’da özellikle konargöçer Türkmenleri götürüp yerleştirmek,fethedilen yerlerdeki yerli halktan ayaklanma çıkarma ihtimali olanları Osmanlı toprağı olan başka yerlere yerleştirmekti.Bu bölgeye yerleştirilen Türkmen aileler sayesinde Balkanlarda Türk nüfusu artıyor ve Türk kültürü yayılıyordu.Bu sayede fethedilen bölgelerin elde tutulması ve savunulması kolaylaşıyordu.Yerleştirme işi,kendiliğinden gidenlerle sürgün yoluyla gönderilenlerin yerleştirilmesi olmak üzere iki şekilde yapılıyordu.
   Sürgün yoluyla gönderilenler arasında Tatarlar ve konargöçer Yörükler tercih ediliyor,onların tam yerleşik yaşama geçmeleri sağlanıyordu.Gönderilenler gelişigüzel seçilmezdi.İskana tabi tutulan ailelerin bütün gereksinimleri devlet tarafından karşılanır,bunlara vergi muafiyeti getirilerek yeni yerleşmelere kolaylık sağlanırdı.Geriye göçün yaşanmaması ve toplumun huzurunun bozulmaması amacıyla iskana tabi tutulan ailelerin geçerli neden olmadan eski yerlerine dönmelerine izin verilmezdi.